1915 OLAYLARININ SOYKIRIM OLARAK TANIMLANMASINA İLİŞKİN AVUSTURYA VE LÜKSEMBURG’UN GERİ ADIMI
Yorum No : 2015 / 131
22.10.2015
16 dk okuma

Beklendiği üzere, 2015 yılının ilk yarısında özellikle Batı Avrupa ve Güney Amerika ülkeleri Ermeni ve Ermeni yanlısı aktörlerin 1915 olaylarının soykırım olarak tanımlanmasına yönelik yoğun lobi faaliyetlerine sahne oldu. 1915’in yüzüncü yıl dönümünün sembolik öneminden yararlanmayı hedefleyen Ermeni ve Ermeni yanlısı aktörlerin üçüncü ülkelerin hükümet ve/veya parlamentolarını 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlamaya ikna etmek amacıyla faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Avrupa’da güçlenmekte olan yabancı karşıtlığına ve islamofobiye dayalı sağcı ideoloji ve hareketler bu kampanyalarının amacına ulaşması için elverişli bir zemin hazırlamıştı.  

2015 yılında Ermeni lobi faaliyetleri açısından oldukça elverişli bir havanın hakim olmasına ve Ermenistan ve diasporadaki elitin yüksek beklentilerine rağmen şimdiye kadar gelinen noktanın ‘soykırım lobisi’ için o kadar da iç açıcı olduğu söylenemez. ‘Soykırım lobisi’, kuşkusuz bir takım kazanımlar elde etmiştir. Örneğin, Papa Francis’in 12 Nisan 2015’de Aziz Peter Bazilikası’nda yaptığı konuşma ‘soykırım lobisi’  için önemli bir başarıydı.[1] Avrupa Parlamentosu’nun15 Eylül 2015’de, Papa Francis’in konuşmasına çarpıcı bir biçimde gönderme yaparak kaleme aldığı Ermeni Soykırımının Yüzüncü Yılına Dair Bildirge de  ‘soykırım lobisinin’ bir başka kayda değer başarısıdır.[2]

Papa Francis’in konuşması ve Avrupa Parlamentosu’nun bildirgesine ek olarak, bazı Batı Avrupa ve Güney Amerika ülkelerinin parlamentoları da 1915 olaylarını soykırım olarak nitelendiren kararlar almış veya açıklamalar yapmıştır. Her ne kadar Ermeni medyası bunları çok önemli gelişmeler olarak sunmuş olsa da, söz konusu ülkelerin bir kısmının 2015’den önce bu tip kararlar aldıkları ve 2015’de bu kararları tekrar eden kararlar yayınladıkları 2015’de bir ‘zafer havası’ yaratmak adına Ermeni medyası tarafından bilinçli olarak göz ardı edilmiştir.

2015 yılında Türkiye agresif bir politika yürütmemiştir. Ne var ki, Türkiye’nin tavrının çekingen olduğu da söylenemez. Türk Dışişleri, 1915 olaylarının soykırım olduğuna yönelik kararlar alan veya daha önceden bu yönde almış olduğu kararları teyit eden ülkeleri, yaptığı basın açıklamalarıyla sert bir dille kınamış, bazı durumlarda söz konusu ülkelerdeki büyükelçilerini geri çekmiştir. Türkiye’nin sergilediği bu tavır, bazı ülkeleri ‘hasar kontrolü’ yapmaya ve Türkiye’yle aralarında yükselen tansiyonu düşürmeye yönelik harekete geçmeye zorlamıştır. Lüksemburg ve Avusturya bu bağlamda en güncel örneklerdir.

 

Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn’ un Yapmacık Geri Adımı

Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu, 4-5 Eylül 2015’e Lüksemburg’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bu ziyareti esnasında, Bakan Sinirlioğlu Luksemburglu meslektaşı Bakan Asselborn'la ortaklaşa bir basın toplantısı düzenlemiştir.[3] Bu basın toplantısında Bakan Asselborn, 6 Mayıs 2015 tarihinde Lüksemburg Parlamentosu’nun 1915 olaylarına yönelik almış olduğu karara ilişkin olarak ülkelerin parlamentolarının herhangi bir konu üzerine karar alma hakkının olduğunu ifade etmiş ve Türkiye’nin Avrupa’nın ve NATO’nun ortağı ve müttefiki olduğu klişesini tekrar dile getirmiştir. Bakan Asselborn, Lüksemburg parlamentosunun Ermenistan ve Türkiye arasında uzlaşıya varılması ümidinde olduğunu da belirtmiştir. Bu açıklamanın ilk kısmı herkes tarafından bilinen bir gerçekliğe dayanmaktadır. Ermenistan ve Türkiye arasında uzlaşmanın sağlanması dileği ise 1915 olaylarına yönelik kararlar alan neredeyse bütün aktörlerin çelişkili ve Türkiye’ye karşı örtük bir tavrı maskelemek için tekrarladıkları basmakalıp bir ifadedir. Ayrıca, bu tür kararların Ermenistan-Türkiye ilişkilerini tam tersi yönde etkilediği de bir gerçektir. Öyle ki, bu tip kararlar iki ülke arasında barışı tesisinin aksine, şüpheciliğin daha da derinleşmesine neden olmaktadır.

Bakan Asselborn’un soykırım kavramının uluslararası hukukta belli bir tanımlaması olduğuna ve bu suçun ancak yetkili mahkemeler tarafından değerlendirilebileceğine dair yaptığı açıklamalar doğrudur. Ne yazık ki, Bakan Asselborn’un açıklayamadığı şey, durum böyleyken neden ve nasıl Lüksemburg parlamentosunun kendisini yetkili bir mahkeme yerine koyduğudur. Bakan Asselborn basın toplantısında son olarak, Lüksemburg parlamentosunun aldığı karar sonrasında Ankara tarafından çağırılan Türk Büyükelçisi’nin Lüksemburg’a geri dönmesi yönündeki istediğini belirtmiştir.

 

Avusturya Adalet ve Dışişleri Bakanlarının 1915 Olaylarının Tanımlanmasına Yönelik Soru Önergesine Verdikleri Cevaplar

Avusturya Dışişleri Bakanlığı da benzer bir şekilde, 22 Nisan 2015 tarihinde Avusturya parlamentosunda temsil edilen siyasi partilerin 1915 olaylarına ilişkin ortak basın açıklamalarından sonra geri adım atmıştır. Bu, parlamento açıklamalarının doğuracağı siyasi sonuçların gerçekçi bir hesabının sonucu olsa da, Avusturya Dışişleri Bakanı ve Adalet Bakanı’nın parlamenterler tarafından 13 Temmuz 2005’de oluşturulan soru önergesine yönelik cevapları, tarihi olayları soykırım olarak tanımlama konusunda kritik açıklamalar niteliğindedir.

 

Avusturya Parlamentosu’nda Temsil Edilen Partilerin 22 Nisan 2015’teki Ortak Bildirisi

Avusturya Parlamentosu’nda 22 Nisan 2015’te ‘Ermeni Soykırımı’ mağdurlarının anısına bir saygı duruşu düzenlenmiştir. Aynı gün, Avusturya Parlamentosunda temsil edilen altı parti 1915 olaylarını soykırım olarak kabul ettiklerine dair bir bildiri yayımlamıştır. Bu bildiride aşağıdaki ifadeler de yer almıştır:

24 Nisan tarihinde Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1,5 milyon Ermeni’ye yapılan soykırım 100. yılına giriyor. Bu arka plan çerçevesinde, Aramiler, Süryaniler, Keldaniler ve Pontus Rumlar gibi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki diğer Hristiyan halk kesimlerinin on binlerce mensubunun da dâhil olduğu, şiddet, cinayet ve sürgün kurbanlarını anıyoruz.

Tarihi sorumluluk nedeniyle – Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu ile müttefikti – vahim olayları soykırım olarak tanımak ve kınamak görevimizdir. Aynı şekilde, Türkiye’nin görevi geçmişinin karanlık ve acı dolu bölümleriyle yüzleşmeyi samimiyetle gerçekleştirmesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere karşı işlenen suçları soykırım olarak tanımasıdır.

 

Bu bildiriyle Avusturya Parlamentosu 1915 olaylarını ilk kez soykırım olarak tanımlamıştır. Bu bildiriyle ilgili olarak kayda değer bir not, bu bildirinin Papa Francis’in yukarıda bahsedilen konuşmasına atıfda bulunmuş olmasıdır.

Bu bildiriye karşı Türkiye sert bir tepki vermiştir. Bildirinin yayınlandığı gün, Türk Dışişleri Avusturya Parlamentosu’nu kınayan bir bildiri yayımlamış, Avusturya Parlamentosu’nu hukuka ve tarihi gerçeklere aykırı hareket etmekle suçlamış, Türkiye’ye uygulanacak baskının ülkeler arası diyaloğu zedelemekten başka bir sonuç getirmeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Buna ek olarak, Viyana Büyükelçisi Hasan Göğüş “istişare” için geri çağrılmıştır.[4]

Avusturya’da yayınlanan günlük Die Pressen gazetesi, 23 Nisan 2015’te bu bildiri ile ilgili bir makale yayımlanmıştır.[5] Bu makalede, Avusturya Dışişleri Bakanlığı’nın uluslararası hukuka referansla, 1915 olaylarının soykırım olarak nitelendirilemeyeceğine dair görüşü de ifade edilmiştir. Bunun yanında,  Avusturya Dışişlerinin “yasallık ilkesine” (ve bununla alakalı, “kanun olmadan ceza olamaz” - nulla poena sine lege) bağlı kaldığı, dolayısıyla 1948 Soykırım Antlaşması’nın 1915 olaylarına geriye dönük uygulanabilirliğini reddettiği de okuyucuya aktarılmıştır.

Avusturya Dışişleri Bakanı Sebastian Kurtz 18-19 Eylül 2015 tarihinde gerçekleştirdiği Türkiye’yi ziyaretinin son gününde Türk meslektaşı ile Ankara’da bir basın toplantısı düzenlemiştir. Basın toplantısının soru-cevap bölümünde bir gazeteci Kurtz’a, yargının yetkisinde olan bir konu hakkında Avusturya yasama organının bir bildiri yayınladığının altını çizerek konu hakkındaki görüşünü sormuştur. Bu soruya Bakan Kurz’un cevabı şu şekilde olmuştur:  

Bu konuyu da ele alabilmekten dolayı mutlu olduğumu ifade etmek istiyorum. Burada gayet açık bir şekilde iki konuya değinmek istiyorum. Buradaki karar, Parlamento kararı değildi. Avusturya Parlamentosu’nda temsil edilen 6 siyasi partinin bir görüşüydü, görüş açıklamasıydı. Bu siyasi partiler ve politikacılar görüşlerini açıklama yapma haklarına sahipler, ancak bu, Parlamentonun almış olduğu bir karar değildi. Mahkeme kararı niteliğini de taşımıyordu. Avusturya Hükümetinin pozisyonu burada değişmedi, hukuki durum çok net. 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Konvansiyonu çok net bir şekilde soykırım kararını açıklığa kavuşturmaktadır ve bu soykırım kavramının geriye dönük olarak yürümediği de çok net.

Tarihle yüzleşmek önemlidir. Mağdurların, bu çerçevedeki kurbanların da unutulmaması gerektiği de nettir, açıktır. Bu konuyu ele alıp görüş alışverişinde bulunduğumuz için mutluyuz, mutlu olduk. Avusturya Büyükelçisinin tekrar Avusturya’ya dönmesinden de mutluluk duyacağız. Ama bugün bu konuda da iyi bir görüşme yaptığımızı düşünüyorum.

 

Avusturya Adalet ve Dışişleri Bakanlarına Soru Önergesi

13 Temmuz 2015’te, Avusturya parlamentosunda birkaç milletvekili Die Presse’de yayınlanan makaleye atıfta bulunarak, Avusturya Adalet Bakanı ve Avusturya Dışişleri Bakanına birer soru önergesi yöneltmiştir. Soru önergelerinde bakanlara, yukarıda bahsedilen argümanların Avusturya Cumhuriyeti’nin resmi görüşü olup olmadığı; eğer değilse, Avusturya Dışişleri’nin neden böyle bir durumu sürdürdüğü; resmi görüş ise, 1948’den önce işlenen bu tür suçların resmen nasıl tanımlanacağı; ceza hukukunda farklı yorumların yer alıp almadığı; bu zamana kadar tanınmış bir soykırım olup olmadığ; uluslararası mahkemelerde bu zamana kadar tanınmış soykırımların olup olmadığı sorulmuştur.

Avusturyalı Bakanlar, nulla poena sine lege (kanunsuz ceza olmaz) ilkesinin altını çizerek 1948 Soykırım Sözleşmesinin geriye yönelik yürürlüğünün olmadığını ifade etmişlerdir. Bakan Kurz, 22 Nisan 2015’ de Avusturya Parlamentosundaki beyannamenin politik bir karar olduğunu, hukuki bir değerlendirme olmadığını söylemiş, 1948’den önce işlenen suçların özelliklerine göre insanlığa karşı suç veya savaş suçu olarak değerlendirilebileceğini eklemiştir. Adalet Bakanı Wolfgang Brandstetter, hiçbir Avusturya mahkemesinden hiçbir olay için soykırım kararı almadığını belirtmiştir. Bakan Kurz, bir olayın soykırım olarak değerlendirilmesi için çok yüksek bir eşiğin olduğunu ve uluslararası mahkemelerin de soykırım suçunun varlığını yargılamaktan büyük ölçüde kaçındığını açıklamamıştır.

 

Lüksemburg ve Avusturya’nın Geri Adımları Ne Anlama Geliyor?

Avusturya ve Lüksemburg’un attığı geri adımlar ve ‘soykırım siyaseti’ ile ilgili olarak sır olmayan, ancak kasıtlı olarak üstü örtülmeye çalışılan bazı önemli noktaları açığa çıkarır niteliktedir.

Her şeyden önce soykırım, sosyolojik, tarihi ya da felsefi bir terim değildir. Soykırım kesin surette hukuki bir terimdir ve sadece yetkili mahkemeler spesifik bir olayın soykırım suçu oluşturup oluşturmadığına karar verebilir. Nitekim bu gerçek Türkiye’nin ‘Ermeni soykırımını tanıması’ hakkındaki yaygın söylemi geçersiz kılan temel bir nedendir. Soykırım bir devletin, bir kuruluşun ya da bir bireyin tanıyabileceği bir şey değildir.  Böyle bir tanımanın hiçbir yasal geçerliliği yoktur. Açıkçası, yasal süreçlerin işletilmesi sonucunda alınan yasal bir karar olmadan soykırım suçunun varlığından da bahsedilemez. Bu nedenle, ‘Ermeni soykırımının tanınması’ sadece kurum veya kişilerin görüşlerini ifade etmesidir. Ne var ki, fikirler ne gerçeği belirleyebilir ne de hukuki bir sonuç yaratabilir.

İkinci nokta ise, Avusturyalı bakanların bahsi geçen soru önergelerine verdikleri cevaplarda haklı bir şekilde değindikleri gibi, soykırım hukuki bir terimdir ve soykırım suçu ancak hukuki prosedürler işletilerek tespit edilebilir, bir başka ifadeyle soykırım suçunun tespiti için hukuki prosedür ve kuralların takip edilmesi ve tüm sürecin hukuki temellere dayandırılması gerekmektedir. Modern (uluslararası) hukukun dayandığı birkaç temel ilke vardır. Bunlardan birisi hukukilik ilkesidir (nulla poena sine lege);  bir fiil, bu fiil gerçekleştirildiği zaman kanunda suç olarak belirtilmemişse, suç değildir. Bu durumda basit bir beyin egzersizi soykırım iddiaları hususunda temel bir noktayı ortaya çıkartabilir. Varsayalım ki,  1915 olayları soykırım suçunun unsurlarını içersin. Böyle bir durumda dahi, 1915 olayları soykırım olarak tanımlanamaz, çünkü soykırım suçu 1948 Soykırım Sözleşmesi ile pozitif hukuka dahil olmuştur. Sırf bu nedenle, 1948 öncesindeki hiçbir olay soykırım suçu olarak tanımlanamaz; 1948’den önceki hiç bir eylem, bu tarihten önce tanımlı bir soykırım suçu olmadığı için, ne soykırım suçudur ne de soykırım olarak cezalandırılabilir. Özetle, 1948 Soykırım Antlaşması’nın geriye yönelik uygulanabilirliği yoktur ve 1948’den önceki olaylar teknik olarak soykırım olarak tanımlanamaz. Şayet 1915 olayları suç teşkil eden unsurlar içeriyorsa, bu suçlar ancak 1915’de var olan pozitif hukukta tanımlanmış suçlar olabilir.  

Bu teknik gerçeklik büyük bir öneme sahiptir. Bu durum ayrıca Ermeni lobisinin neden ülke parlamentolarında 1915’e dair kararlar çıkartmak için müthiş bir çaba sarf ettiğini de açıklamaktadır. Ermeni lobisi ahmak değildir ve hukuki çerçevede bir sonuca ulaşmasının pek de mümkün olmadığının farkındadır. Bu farkındalık, Ermeni lobisini hukuki olanı siyasal olan ile ikame etmeye, siyasal olanı hukuki olan ile değiştirmeye yönlendirmektedir.  Açıkçası, Ermeni lobisi Türkiye üzerinde politik ve sosyal bir baskı kurarak Türkiye’yi teslim olmaya zorlamayı hedeflemektedir.

Bu ‘soykırımın siyaseti’ olarak tanımladığımız şeydir ve siyaset denen şeyin kötücül bir doğası vardır. Bu yüzden, isteyerek ya da istemeyerek ‘soykırım siyaseti’nin tarafı olan tüm aktörler konuyu doğru kavramlarla anlamlandırarak, hassas hesaplar yapmalı ve doğru politikalar oluşturmalıdır. Türkiye bu ‘oyun’da olmayı istemeyen zoraki bir oyuncudur. Ancak, bu ‘oyun’ onun üzerine empoze edilmiştir ve oyunu terk etme şansı bulunmamaktadır. Bu durumda, Türkiye’nin soykırım iddiaları karşısında siyasi kozlarını ve gücünü en etkili şekilde kullanarak bu ‘oyunu’ başarılı bir şekilde oynaması tek mantıklı yoldur. Başka bir değişle, Türkiye’nin yürütülen ‘soykırım siyaseti’ni anlamayıp buna kayıtsız kalması, gerçekte soykırım lobisinin etkili bir siyasi enstrümanı biri olan ahlak ve vicdan söylemlerine kanarak gardını düşürmesi, ve Ermenistan ve diğer devletlerle ilişkilerini geliştirirken bu gerçekliği dikkate almaması büyük bir hata olacaktır.

 

* Bu yazı ilk olarak İngilizce yayınlanmıştır. Türkçe’ye Ekin Günaysu ve Kutayhan Yıldırım tarafından çevrilmiştir.

 

 


© 2009-2024 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır

 



Henüz Yorum Yapılmamış.

Kaynaklar:

Analiz
Yorum
Blog
Rapor
Bülten