Türkiye ve Orta Asya ilişkileri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte tamamen yeni bir aşamaya girmiştir. Sovyet döneminin kapalı politikaları ve dönemin jeopolitik koşulları nedeniyle Türkiye ile bölge ülkeleri arasındaki temas uzun yıllar boyunca sınırlı kalmıştır. 1991 sonrasında ilişkiler yeniden canlanmış olsa da bağımsızlığın verdiği heyecan ve uzun süre bastırılmış dil, din ve kültürel kimlik unsurlarının yeniden öne çıkması, ilk yıllarda gerçekçi olmayan beklentilerin oluşmasına yol açmıştır. Zamanla bu duygusal atmosfer yerini daha rasyonel ve karşılıklı çıkarlara dayalı bir ilişki anlayışına bırakmıştır.
Orta Asya Cumhuriyetleri’nin Türkiye tarafından hızla tanınması ve karşılıklı olarak büyükelçiliklerin faaliyete geçmesiyle ilişkiler kurumsal bir çerçeveye oturmuş, 1991-1993 yılları arasında Türkiye ile bölge ülkeleri arasında samimi ve yakın iş birliği ortamı oluşmuştur. Türkiye, söz konusu cumhuriyetlerin kalkınması amacıyla ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel alanlarda çeşitli destek mekanizmaları geliştirmiş, aynı zamanda bu ülkelerin BM (Birleşmiş Milletler), IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla entegrasyon süreçlerine aktif olarak katkı sunmuştur[1]. Bu dönemde Türkiye, Orta Asya’nın sosyalist sisteminden liberal ekonomiye geçiş sürecinde önemli bir model ülke olarak görülmüştür.
Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ilişkiler, çeşitli iç ve dış faktörler nedeniyle farklı seyir izlemiştir. Kazakistan ve Kırgızistan ile daha yakın ve istikrarlı ilişkiler kurulurken, Türkmenistan’ın kapalı dış politika anlayışı ve Özbekistan’ın İslam Kerimov dönemindeki güvenlik odaklı yaklaşımı iş birliğini sınırlamıştır. Tacikistan ile ekonomik ve kültürel alanlarda bazı girişimler yapılmış olsa da ülkedeki iç savaş ilişkilerin derinleşmesini engellemiştir. Bu nedenle, ilişkiler ilk yıllarda hızla gelişmiş görünse de ilerleyen dönemde bölge ülkelerinin iç dinamikleri, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına rağmen etkisini sürdürme çabası, AB ve ABD’nin politikaları ve Türkiye’nin iç gündemi sürecin yavaşlamasına yol açmıştır.
Günümüzde küresel güç dengeleri yeniden şekillenirken, Orta Asya’nın jeopolitik önemi giderek belirginleşmektedir. Çin’in “Kuşak ve Yol” Girişimi kapsamında bölge üzerinden geçen kara ve demiryolu hatlarına yaptığı yatırımlar, Orta Asya’yı Avrasya ticaretinin merkezlerinden biri hâline getirmiştir. Bu durum, Çin’in bölgedeki etkisini artırırken, Rusya ile kurduğu iş birlikleri de dış aktörlerin bölgeye yönelik politikalarını etkilemektedir. Bu çerçevede, ABD’nin Orta Asya’ya olan ilgisi son yıllarda yeniden artmıştır. Ayrıca, Orta Asya, savunma teknolojisi, temiz enerji ve ileri üretim süreçlerinin temellerini oluşturan kritik minerallere sahiptir. Çin’in bu mineraller üzerindeki hakimiyeti, ABD’nin bölge ile iş birliği yapma girişimlerini önemli ölçüde motive etmektedir; C5+1 görüşmeleri de bu iş birliklerinin stratejik önemi açısından dikkat çekmektedir.
Yapılan görüşmeler, yatırımlar ve iş birlikleri, ABD’nin Orta Asya’ya yaklaşımının, “kritik kaynakları” kullanma ve Kazakistan ile Kırgızistan gibi ülkelerle yüksek meblağlı yatırım sözleşmeleri yapma yönünde somutlaştığını göstermektedir. Kazakistan’ın aynı zamanda, Abraham Anlaşmaları’na[2] katılması ise bölge ülkelerinin bu iş birliklerine ilgisini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, Rusya ile ilişkilerini dengelemeye yönelik adımlar atan Orta Asya liderlerinin, Duşanbe görüşmeleri de dahil olmak üzere dengeli bir politika yürütme eğiliminde oldukları görülmektedir.
Orta Asya’nın jeopolitik ve stratejik öneminin artması, Türkiye ile olan ilişkilerini de yeniden gözden geçirmeyi gerekli kılmaktadır. TDT görüşmelerinde sık sık bir araya gelen ve iş birlikleri kuran Orta Asya ülkeleri, Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken KKTC gibi hassas konularda tarafsızlıklarını korumakta ve AB ile olan ilişkilerini dikkate almaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölgeye olan destekleri önemli olmakla birlikte, Orta Asya ülkelerinin kendi çıkarlarını ön planda tutarak daha dengeli bir politika izledikleri göz ardı edilmemelidir.
Tüm bu gelişmeler, Orta Asya’nın dış politikada çok yönlü ve temkinli bir çizgi benimsediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Bölge ülkeleri, Çin ve Rusya gibi geleneksel büyük aktörlerle ilişkilerini korurken ABD ve Avrupa ile ekonomik, teknolojik ve enerji temelli ortaklıklara yönelerek kendi manevra alanlarını genişletmeyi hedeflemektedir. Bu çerçevede Türkiye, tarihsel ve kültürel yakınlığı sayesinde Orta Asya için önemli bir partner olsa da bölge ülkeleri ilişkilerini tek bir eksende derinleştirmek yerine çok taraflı bir denge politikasına dayandırmayı tercih etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgedeki varlığını kalıcı hale getirmesi, yalnızca ortak kimlik ve kültürel bağlarla değil; somut ekonomik projeler, teknoloji yatırımları, lojistik hatlar ve uzun vadeli güven inşa eden iş birlikleriyle mümkün olacaktır. Önümüzdeki dönemde, rekabetin hızla arttığı bu jeopolitik ortamda Türkiye’nin atacağı adımlar, Orta Asya ile ilişkilerin yönünü belirleyen temel etkenlerden biri olmaya devam edecektir.
Ayrıca, birkaç gün önce Özbekistan’da yapılan Orta Asya Devlet Başkanları’nın 7. İstişare Toplantısı hem bölge içi dengeler hem de Türkiye ile ilişkiler açısından dikkat çekici bir gelişme oldu. 16 Kasım 2025’te gerçekleşen bu görüşmede Azerbaycan formata tam üye olarak kabul edildi ve 2026’da Tacikistan’da yapılacak toplantının “Orta Asya ve Azerbaycan Devlet Başkanları İstişare Toplantısı” adıyla yeni bir çerçevede düzenlenmesi kararlaştırıldı[3]. Ortak tarihsel ve kültürel bağlara sahip Azerbaycan’ın Orta Asya ülkeleriyle birleşmesinin kuşkusuz TDT’ye de yansımaları olabilecektir. Azerbaycan’ın birliğe dahil edilmesiyle formatın bölgesel sınırları aşması, Türkiye’nin de mevcut ekonomik, insani ve kültürel ilişkileri sayesinde ilerleyen dönemde bu yapıya katılabileceğine dair beklentileri güçlendiriyor. Böyle bir ihtimal, TDT’nın bölgedeki jeopolitik ağırlığını artırarak yeni bir denge arayışının kapısını aralayabilir.
© 2009-2025 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır