AB İLK BAŞKANINI BELİRLEDİ - 20 Kasım 2009
Paylaş :
PDF İndir :

12.04.2009


 

Lizbon Anlaşması’nın tüm üye ülkeler tarafından kabul edilmesi ile AB de reform sürecini başlattı. Bu sürecin en önemli aşamalarından biri AB’ye bir başkan seçilmesi idi. Uzun süren görüşmeler ve tartışmaların sonunda Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy, AB’nin ilk başkanı seçildi. Dışişleri Bakanlığına ise Avrupa Komisyonu’nun ticaretten sorumlu üyesi İngiliz İşçi Partisinden Catherine Ashton getirildi.

Bir kere daha seçilme hakkı bulunan AB Başkanı 2,5 yıl boyunca görev yapacak. AB zirvelerine başkanlık edecek, AB’yi dünyada temsil edecek, AB içinde uyum ve görüş birliği sağlanmasına çalışacak. Lizbon Anlaşması’nda “Avrupa Konseyi Başkanı, AB’yi, ortak dış politika ve güvenlik politikası doğrultusunda dışarıda temsil eder” şeklinde bir ifade var. Fakat aslında bu görevin sembolik olduğunu söylemek mümkün. AB’nin temsil edilecek ortak bir dış politikası olmadığı gibi, bu konudaki kararlar da temsilci tarafından verilmiyor.

Hatırlanacağı gibi, Kissinger ABD yönetimindeyken “AB ile görüşmem gereken bir konu olduğunda aramam gereken kişiyi bilmiyorum” demişti. Üçüncü ülkeler AB üyesi ülkelerin liderleri ile muhatap oluyor, fakat bir bütün olarak AB temsilcisi ile görüşemiyorlardı. Yeni seçilen başkan ve dışişleri temsilcisi ile, artık tek bir telefon numarasının olduğu yönünde yorumlar yapılıyor. Fakat gerçekte bu çok da doğru bir düşünce değil. Çünkü dış politika ile ilgili kararların alınması için üye devletlerin tamamının hemfikir olması, yani oybirliği gerekli. Üstelik oy birliği mekanizması da, çoğu zaman, büyük devletlerin küçük devletlere baskı yapması ile sağlanıyor. Dolayısıyla bu “çok önemli göreve getirilenler” kendi başlarına karar alıp uygulama yetkisine sahip değiller.

AB Başkanı Herman Van Rompuy’a baktığımızda, kendi ülkesi Belçika dışında pek tanınmadığını görüyoruz. Merkez sağda yer alan, Hıristiyan Demokratlardan olan Rompuy, uzlaşmacı, iyi bir müzakereci ve ara bulucu olarak biliniyor. Rompuy’un hiçbir konudaki düşüncelerinin net bir şekilde bilinmediği ileri sürülüyor. Bu, kendisinin iktidarda geçirdiği kısa süre ile de birleşince, henüz düşman edinmemiş olduğu anlamına geliyor. Daha da önemlisi, belli konularda kesin ve net çizgilerinin bulunmaması özelliği, kolaylıkla, “diğer güçler” tarafından başka yönlere çekilebileceğini gösteriyor. Başkan ayrıca, AB için federalist düşüncelere sahip, güçlü bir Avrupa kimliğinden yana ve bu kimliğin Hıristiyan değerler üzerine kurulu olması gerektiğini savunuyor.

Rompuy’un başkanlığına uzun süre karşı çıkan İngiltere’nin bazı önde gelen gazeteleri, yeni başkanın seçildiği gün, 2004 yılında Türkiye ile ilgili sözlerine yer verdi. Rompuy, bu konuşmasında, Sarkozy’nin düşüncelerine çok benzer bir şekilde, Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığını, dolayısıyla asla Avrupa’nın bir parçası olmayacağını dile getirmiş, AB’nin Hıristiyan değerler üzerine kurulu olduğunu ve Türkiye gibi büyük bir Müslüman ülkenin üyeliğinin diğer başka hiçbir ülkenin üyeliğine benzemeyeceğini ve AB değerlerini zayıflatacağını ileri sürmüştü.  

“Ilımlı”, “uyumlu” gibi sıfatlarla seçilen AB başkanının radikal bir tutuma sahip olduğunu gösteren bu sözlere Belçika yetkilileri tarafından hemen açıklama getirilmeye çalışıldı. Böyle bir konuşmanın gerçekleştiği, fakat bu sözlerin söylendiği sırada Rompuy muhalefette olduğundan farklı bir değerlendirme yapılması gerektiği, “ciddi politikanın” iktidarda iken yapılanlar olduğu belirtildi. Bu şaşırtıcı sözler, Türkiye’nin AB üyeliği konusunun popülist iç politikada nasıl “istendiği zaman istendiği gibi üzerinde oynanan” bir malzeme haline getirildiğini göstermesi açısından önemli.  

Rompuy, kendisinden beklenen “uyumlu” tavırla Türkiye konusundaki kişisel görüşlerinin önemli olmadığını, çünkü görevine yansımayacağını söyledi. Üye ülkelerin oy birliği ile almış olduğu kararlara uyacağını belirten AB Başkanı, kriterleri yerine getiren ülkelerle genişlemenin devam edeceğini açıkladı. Şüphesiz, Rompuy’un bulunduğu konum sansasyonel ifadeleri kaldırmayacak kadar önemli. Bu nedenle Türkiye ile ilgili sert ve kesin açıklamalar yapmasını beklemek doğru olmayacaktır. Diğer taraftan, Türkiye ile ilgili karar aşamasına gelene kadar, bu konuda yetkisinin bulunmaması bir yana, belki de bu görevin başında dahi olmayacaktır.

Rompuy’un seçilmesi Türkiye için şanssız bir rastlantı mı, yoksa Türkiye’nin AB üyeliğine benzer nedenlerle karşı çıkan Sarkozy ile Merkel’in desteği ile seçilmesi bilinçli bir hareket mi diye düşünülebilir. Rompuy’un Türkiye karşıtlığı, AB’nin bütünü tarafından Türkiye konusunda verilecek kararı etkileme şansına sahip olmayan bir durum. Konuyla ilgili karar verme yetkisi bulunmuyor. En fazla yapabileceği, Türkiye ile ilgili daha sık olumsuz açıklamalar yaparak, herkesin gözü onun üzerinde iken, bu konuda daha çok insanı etkilemek olabilir. Fakat bu pozisyondayken, sıradan bir ulusal politikacı gibi oy kaygısıyla konuşmak AB’nin itibarını sarsacağından, bu tür olumsuz ifadeler beklememek gerekir.

Öte yandan AB’nin dışişleri temsilcisinin, görevi nedeniyle, AB başkanından daha fazla ön plana çıkma ihtimali mevcut. Bu görevdeki Catherine Ashton, Türkiye’nin üyeliğine destek veren İngiltere’den. Dolayısıyla, AB’nin dışişleri bakanının Türkiye’nin üyeliği konusunda olumlu sözler sarf etmesini bekleyebiliriz.

AB’nin ilk başkanı ile dışişleri bakanının deneyimli ve popüler isimler olmaması, akıllara “kolay yönetilebilir figürler mi seçildi” sorusunu getiriyor. Üstelik bu isimlerin arkasında dünyaya hakim olmak isteyen Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin olduğu düşünüldüğünde şüpheler artıyor.

Tony Blair gibi birçok yüksek profilli ismin elenmesinin nedeni ne olabilir? İngiltere’nin Blair’den vazgeçmesi ve Fransa ile Almanya’nın adaylarını desteklemesi karşılığında diğer önemli pozisyona bir İngiliz’in getirilmesi konusunda üç büyük devlet arasında bir anlaşmanın gerçekleşmiş olma olasılığı çok yüksek. Üstelik bir denge de gözetilmiş: Başkan; sağcı, erkek ve küçük bir ülkeden. Dışişleri temsilcisi ise solcu, kadın ve büyük bir ülkeden.

Her iki isim de Sarkozy ya da Merkel’i gölgede bırakmayacak kadar “silik”, idealler peşinde olmayan, mütevazı kişiler. Oysa her iki pozisyon da, AB’nin uluslararası düzlemde tek ses halinde gücünü göstererek global bir güç haline gelebilmesi amacıyla oluşturulmuştu. Bugün büyük bir kriz çıksa ya da ciddi uluslararası olaylar meydana gelse, AB’nin deneyimsiz bu iki yeni ismi mi ortaya çıkar yoksa Sarkozy ile Merkel mi? Lizbon Anlaşması’nı üye ülkelere imzalatmak için sürekli dile getirilen “güçlü AB” imgesi düşüncesinin görünürde kaldığını, “gücün” gerçekte Fransa ve Almanya gibi büyük ülkelerin elinde tutulması için bir çaba harcandığını söylemek için belki de erken değildir.




Henüz Yorum Yapılmamış.