ATATÜRK’ÜN GELECEĞİ SEZİŞ VE ÖNGÖRÜ GÜCÜ (1914 YILI)
Blog No : 2014 / 31
16.11.2014
48 dk okuma

Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR[1]

 

 

ÖNSÖZ

(Ömer Engin LÜTEM, Eski Sofya Büyükelçisi)

 

Prof. Dr Sayın Hikmet Özdemir’in  “Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914)“ başlıklı değerli bir incelemesini okuyucularımıza sunmakla mutluluk duyuyoruz.

 

Bu incelemede Atatürk’ün Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşına girmesini ülkenin çıkarlarına aykırı bulan ve gayet isabetli olduğunda artık şüphe bulamayan değerlendirmeleri yer almaktadır.  Atatürk bu konudaki görüşlerini Sofya’da Ataşemiliter olduğu dönemde yazdığı bazı mektuplarda dile getirmiştir.  O yıllarda Sofya Avrupa ülkeleri ile gayet yakın ilişkileri olan bir başkentti. Avusturyalı olmakla beraber ve aynı zamanda eski bir Fransız hanedanına mensup olan Bulgar Kralı Kral Ferdinand 1987  yılında tahta çıkmasıyla beraber Avrupa ile yakın ilişkiler içinde olmaya ve yetenekli gençlerin  ve özellikle genç subayların Avrupa’da eğitim görmesine özel önem vermişti. Bunun sonucunda o yılların Sofya’sı hem dış görünüşü hem de seçkinlerinin kültürü nedeniyle adeta bir Orta Avrupa kentine dönüşmüştü.   Askeri Ataşe Mustafa Kemal bu kentte, vefatından sonra da uzun yıllar hatırlanacak derecede,  gayet yakın ilişkiler kurmuş ve sık olarak verilen davetlerde aranan bir kişi olmuştu. Temasları sırasında yeni çıkan Birinci Dünya Savaşı hakkında bazı bilgiler edindiği, savaşın gidişatı hakkında muhataplarıyla fikir alışverişinde bulunduğu ve bunları üstün zekâsının süzgecinden geçirdikten sonra mektupları aracılığı ile İstanbul’da yakınlarına duyurduğunu anlıyoruz.

 

Mustafa Kemal Sofya’da 13 ay gibi kısa bir süre kalmıştır. Birçoklarının zannettiğinin aksine halen Büyükelçiliğin Ruski Caddesindeki görkemli konutunda oturmamış esasen buraya daha sonra taşınılmıştır. Mustafa Kemal bu binaya yakın bir yerdeki bir büyük evin bir katında hem oturmuş hem de burasını büro olarak kullanmıştır. 1930’lı yıllarda ev sahibi satacağını bildirerek ve Atatürk’ün burada oturmuş olduğunu hatırlatarak Büyükelçiliğe başvurmuş ve sonunda bu ev satın alınarak Askeri Ataşeliğe tahsis edilmiştir.  Bu bina İkinci Dünya Savaşı içinde Müttefiklerin bombardımanları sonucunda harap olmuş, savaşın getirdiği yoksulluk nedeniyle arta kalanlar yağmalanmış ve Büyükelçilik başta gayet süslü kapısı olmak üzere bazı parçaları kurtarabilmiştir. Bu kapılar günümüzde Büyükelçilikte sergilenmektedir. Çok sonraları,  1979’da bu arsaya Büyükelçiliğin Kançılaryası (Bürosu) inşa edilmiştir.

 

Sayın Profesör Özdemir’in yazısında Mustafa Kemal’in Sofya’dan gönderdiği raporların bir listesi yer almaktadır. Büyükelçiliğin evrakı arasında bunlar mevcut değildir. Bunun nedeni Askeri Ataşelik evrakının ayrı olması ve o döneme ait Ataşelik evrakının da Genel Kurmay’a gönderilmiş olmasıdır.

 

Böylelikte halen Büyükelçilikte tarafımızdan restore ettirilen büyük bir Atatürk yağlıboya portesi hariç Atatürk’ten arta kalan bir anı yoktur. Ancak uzun yıllar süren görevimizin sonuna doğru Arşivde bulduğumuz ince bir dosyada Mustafa Kemal’in Sofya’da  göreve başlamasını, terfi etmesini ve görevden ayrılmasını Bulgar Dışişlerine bildiren yazışmalara rastladık ;  bunları Ankara’ya göndererek  Atatürk’ün öz geçmiş bilgilerine mütevazi da olsa bir katkıda bulunduk.

 

 

ATATÜRK’ÜN GELECEĞİ SEZİŞ VE ÖNGÖRÜ GÜCÜ (1914 YILI)

 

Hatırlanacaktır büyük liderimizin daha çok ikinci dünya harbiyle ilgili öngörüleri anlatılır; ilgili literatürde tanıklıklara dayalı örnekler ve bazı akademik tartışmalar bulunmaktadır.

 

Ben ise 1914 yılında Atatürk’ün genç bir yarbay iken (Sofya’da askeri ataşedir) arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda söz ettiği silahlı çatışma tehlikesi ve az sonra patlayan müthiş harbin seyri ve geleceğine dair inanılmaz öngörülerine işaret etmek istiyorum.

 

Birinci Dünya Harbi felâketinin yüzüncü yıldönümünde Cumhuriyetimizin Kurucusu ve Ordularımızın “Örnek” Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün geleceği seziş ve öngörü gücünün belgeleri olarak bu tarihi mektupları -bir kere daha- milli belleğimize kaydetmek benim için büyük şereftir.

 

Kuşkusuz genç yarbayın mektuplarındaki askeri öngörülerinin olayların kronolojik akışına göre anlatılması gerekir.

 

 

HARP BAŞLAMADAN ÖNCE

 

Burada dikkatlerinize sunmak istediğim ve 1914 yılı başında Atatürk’ün bir dünya harbi çıkabileceğine ve devletin geleceğiyle ilgili stratejik öngörüsüne dair çok önemli bir mektubunun bulunduğunu vurgulamak isterim.

 

Bu tarihi mektup Sofya’dan harp başlamadan (?) önce Şam’da görevli sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a gönderilmiştir.

 

Genç yarbay burada devlet stratejisi olarak çok milletli imparatorluktan millet devletine geçiş sürecine girildiğine dair hayli ilginç analizini ve “pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir” öngörüsünü ifade etmektedir; şu şekildedir:

 

“Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimizin bir de mevki ve şöhret peşindeki hırsları yüzünden ne hale geldiğimiz aşikârdır. Binaenaleyh bu mevzuda fazla izahata lüzum görmüyorum. Bundan sonra da fena günler göreceğimizden şüphe edilmemelidir. Yüzyıllardan beri Hıristiyan tebaasından çektiklerimiz henüz bitmeden, birbirine zıt olan Pan-İslam ve Pan-Turan hayalleri icat edilerek bunlarla, zaten güç olan durumumuz büsbütün karıştırılmaktadır. Milliyetçilik dünya yüzünde o kadar çok inkişaf etti ki, emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğuna dayanmayan devletlerin dağılması mukadder görülüyor. Hala Anadolu’da Suriye ve Irak’ta bir Hıristiyan azınlığı vardır. Bunların iddiaları eksilmemiştir. Bir de büyük bir Arabistan davası çıkmıştır ki bununla İngiltere, Fransa; Arap çoğunluğu olan yerlerimizi bizden ayırıp kendilerine müstemleke yapacaklardır. İçimizde bir de Arap milliyetçiliği alıp yürümüştür. Bunlardan kültür ve din birliğine inanmayanlar vardır ki bunların menfaati bakımından büyük devletlerin âleti olacaklarından şüphe edilemez. Buna mukabil çoğunluk temiz bir milliyetçilik davası içindedir. Bunlarla görüşüp Arap meselesine bir çözüm noktası bulunabilir. Arap meselesi bundan sonra iç siyasetimizin en önemli meselesi olmuştur. İçerde azınlık ve Arap meselesi dururken, hangi teşkilât, hangi vasıta ile dışarıda Pan Turanizm ve Pan İslamizm umdelerini tahrik edebilir. Üstelik henüz içimizde bunlara bir istikamet verilmemiş iken…”

 

Genç yarbay milli stratejik duyarlılık açısından tarihi önemde bulduğum mektubuna şöyle devam etmektedir:

 

“İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilinir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolumuz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbulumuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”

 

O sırada Şam’da kolordu kurmay başkanı sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy) ise bu dönemde aralarında yazışmaların sürdüğünü vurguluyor ve şu bilgileri aktarıyor:

 

“Bundan sonraki yazışmalarımızda, Arabistan’a verilecek idare şekli, daha sonra Arabistan’ın istiklâli hakkındaki düşüncelerimize yer verilmişti. Umumi seferberlik ve harbe girişimizdeki acelecilik, Mustafa Kemal Bey’in fikrine asla uymuyordu. O, tedrici bir seferberlik ve harbe mümkün olduğu kadar geç girilmesini istiyordu. Onun fikri Türk Başkumandanlığının fikrine katiyetle uyuşmuyordu. Mustafa Kemal Bey’e göre; harp, Avrupa’da yıldırım süratiyle bitmeyecek, tersine olarak Orta Avrupa devletlerinin taarruzları, Doğu ve Batı’da bir hatta duracak ve burası müstahkem mıntıkalar haline getirilecek ve hangi taraf bir dış müdahale temin ederse, o taraf kazanacaktır. Bu durum yıllarca sürebilir. (…).”[2]

 

Tekrar ediyorum bu tarihi ve stratejik açıdan önemli mektup harpten önce yazılmıştır; elimizde harp başladıktan sonra arkadaşlarına gönderilmiş ve kahramanımızın geleceği seziş ve öngörü gücünü sergileyen analizlerinin yer aldığı mektupları da bulunmaktadır.

 

Şimdi, Atatürk’ün geleceği seziş ve öngörü gücünü gösteren diğer önemli kanıtlara geçiyorum.

 

 

MARNE MUHAREBESİNDEN ÖNCE VE SONRA YAZILAN MEKTUPLAR

 

1968 Ekiminde Cumhurbaşkanı Atatürk’ün Genel Sekreteri ve dönemin tanıklarından Profesör Hikmet Bayur; Belleten dergisinde modern Türkiye’nin kurucu liderinin geleceği seziş ve öngörü gücüne dair çok önemli bir mektubunu dikkatlerimize sunmuştur.[3]

 

Aslında bu ilginç mektubun ilk yayımlanması İstanbul’da 19 Kasım 1918 günü Minber gazetesinde “Nühüfte Bir Sima” (Gizli Bir Sima) başlıklı yazıda olmuştur. Ahmet Hulki imzalı bu yazıda Fransızlarla Almanlar arasında 5-12 Eylül 1914 günlerinde cereyan eden Marne muharebesinden hemen sonra 17 Eylül 1914 günü Sofya’dan Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in adı belirtilmeyen bir dostuna hitaben kaleme aldığı mektubu aktarılmıştır. İçindeki kişi isimleri olmaksızın yazılışından dört yıl sonra ilk kez Doktor Rasim Ferit Talay’ın Minber gazetesinde söz konusu mektup günışığına çıkmıştır.[4]

 

1918 Kasımında Mondros ateşkesinin henüz başladığı yaralı İstanbul’un hüzün, karamsarlık ve eziyetli günlerinde mütevazı bir gazetede yer alan bu mektuptaki bir analizin dönemin vatansever okur-yazarlarının yorgun zihinlerinde ne tür etki bıraktığı hakkında bilgimiz bulunmuyor.

 

Ancak o dönemin koşullarında iz bırak(a)mayışı da mümkün ve bu anlaşılabilir.

 

Ve bu ilginç mektup orada o gazetenin sayfasında unutulmuş ve yeni harflerle yayını için 41 yıl beklemek gerekmiştir.

 

1959 yılında Minber gazetesinden nakledilen aynı mektubun bazı bölümleri Niyazi Ahmet Banoğlu’nun Tarih-Coğrafya Dünyası dergisinin birinci sayısında ilk defa yeni harflerle yayımlanmıştır.[5]

 

1968 yılında Belleten dergisinde Profesör Hikmet Bayur’un “Atatürk’ün Seziş Gücüne ve İnsandan Anlayışına Üç Örnek” yazısı gibi Profesör Enver Ziya Karal da Türk Dili dergisinde “Unutulmuş Belgeler (Kasım 1918)” yazısında bu mektubu hatırlatmak gereği hissetmişlerdir.[6]

 

1960’lı yıllar biterken bir dolu okur-yazarın Türklerin tarihinin göz kamaştıran dehasını keşfedemeyip başka halkların karizmatik önderlerinin eserlerine yöneldiği birkaç kuşağın zihin dünyasında bu tarihi mektup hak ettiği yeri al(a)mamıştır.

 

1918 Ekiminde Minber gazetesinde kahramanımızın 1914 sonbaharında harbin başında yazdığı bu mektubuna yer verilirken haberin başlığı da anlamlıdır:

 

“Nühüfte Bir Sima” (Gizli, saklı keşfedilmemiş bir şahsiyet).

 

Peki, bu tarihi mektubun muhatabı kimdir?

 

Tarihi mektubun kime yazıldığı konusunda Sadi Borak’ın kitaplarında bir isim verilmiştir ve önemli bir tanığın açıklamasıyla da bu bilgi desteklenmiştir. Buna göre; söz konusu mektup Sofya’dan Askeri Ataşe Kurmay Yarbay Mustafa Kemal tarafından Doktor Tevfik Rüştü Aras’a yazılmıştır.[7]

 

Yine Sadi Borak’ın Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları adlı kitabında da bu mektubun Tevfik Rüştü Aras’a yazıldığına ilişkin bilginin Şevket Süreyya Aydemir’in bir makalesinde yer aldığı ve bu şekilde doğrulandığı açıklaması yer almıştır. Fakat mektubun aslı ortada yoktur; Tevfik Rüştü Aras Anadolu’ya geçerken mektubu saklaması için Baytar Şaban Bey’e vermiş; bir daha da geri alamamıştır.[8]

 

Genç Cumhuriyet’in Dışişleri Bakanı Doktor Tevfik Rüştü Aras 3’üncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a bir mektubunda Atatürk’ün kendisine Sofya’dan 17 sayfalık bir mektup gönderdiğini; bunun bazı sayfalarını bir tanıdığına verdiğini ve geri alamadığını; kalan sayfalarının tutuklandığında diğer evraklarıyla yakıldığını yazmıştır.[9]

 

Mütareke İstanbul’unda Minber gazetesinde aktarılan mektup Profesör Hikmet Bayur’un Atatürk ve Hayatı eserinde sözünü ettiği Doktor Tevfik Rüştü Aras’a gönderilen mektubun bazı sayfaları mıdır? Değildir; çünkü Aras’a gönderilen mektup Marne muharebesinden “önce” diğeri (Minber’de aktarılan) “sonra” yazılmıştır.

 

Bir diğer ifadeyle 1914 sonbaharında Sofya’dan Mustafa Kemal tarafından yazılan biri Marne muharebesinden önce, diğeri sonra iki farklı mektup bulunmaktadır.

 

Profesör Hikmet Bayur; Tevfik Rüştü Aras’a gönderilen mektupla ilgili şu bilgileri aktarmıştır:

 

“Ağustos ayı içinde yani Almanlar daha Marne yenilgisine uğramadan ve her yerde galip görünürken; Sofya ataşemiliteri Mustafa Kemal, Doktor Tevfik Rüştü Aras’a gönderdiği 17 küçük yaprak üzerine yazılmış bir mektupta en çok şu üç yön üzerinde durur:”

 

“(1) Halil (Menteşe) Bey buradadır ve Bulgaristan’la ittifak görüşmelerinde bulunuyor. Bulgarlar bu sırada bizimle ittifak yapmazlar. Görüşmelerde bulunuyor duygusunu vermek işlerine geldiği için böyle davranıyorlar. İşlerine gelmeyince Kral veya Meclis kabul etmiyor diyerek konuşmaları keserler.”

 

“(2) Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim.”

 

“(3) Fransız ordusunun yığınağı daha güneydedir (yani kuzeyde Belçika’ya yakın bölgelerde yenilen Fransız birlikleri ana ordu değildir). Fransızlar durumlarını düzeltebilirler; eğer bu mektubu aldığında Almanlar Paris’e girmiş olurlarsa arkadaşlar beni yine kötümserlikle suçlandırırlar; ancak aldırış etmem.”

 

Profesör Hikmet Bayur daha sonra kendisi değerlendirmede bulunuyor:

 

“Bu mektup, Doktor Tevfik Rüştü Aras Anadolu’da iken, İstanbul’da kalmış ve orada kaybolmuştur; yazıldığı tarih olaylardan anlaşılır. Halil Menteşe, Ağustosun ikinci yarısında Sofya’da idi; dolayısıyla mektup Almanların her engeli süpürerek ilerledikleri bir ana rastlar. Mustafa Kemal durumu çok iyi görmüş ve göstermiştir.”

 

“Doktor Tevfik Rüştü Aras (mektubu) Doktor Nazım’a gösterir sonra Talat ile İttihat ve Terakki genel merkezi üyeleri ondaki düşünceleri öğrenirler; hepsi Mustafa Kemal’e hak verirler; ancak bilinen yanlış görüş ve anlayış yüzünden Osmanlı Devleti birkaç ay sonra savaşa katılır.(…)”[10]

 

Doktor Tevfik Rüştü Aras’ın bir diğer mektup anlatımı daha vardır ki bu da vefatından önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 50’inci Yıldönümü için hazırlanan resmi yayında “Bazı Hatıralar” adlı yazısında yer almıştır.

 

Aras bu yazısında Birinci Dünya Harbi’nin çıkış nedenlerine değinmiş ve Mustafa Kemal’den kendisine gelen mektubun özetini aktarmıştır; şöyledir:

 

“Fransa’da iştirak ettiğim son manevralardan hatırımda kaldığına göre Fransız ordusunun büyük toplantı yeri güneydedir. Paris üzerine yürümekte olan Alman ordularına mukabil hücum beklenebilir. Bu mektubumu aldığınız sırada Alman orduları Paris’e girmiş bulunur da yine dostlarım beni pesimistlikle itham eder. Fakat bunu hiç zannetmiyorum.”

 

“Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmaklığını isterim.”

 

Doktor Tevfik Rüştü Aras söz konusu yazısına şu bilgileri de katmıştır:

 

“Mektubu tabiatıyla Doktor Nazım Bey’e okudum. O da genel merkez üyelerine anlattı. İttihat ve Terakki’nin bir nevi başkanı sayılmakta olan Talat Bey’in de bundan haberi oldu. Kendisi de bu görüşe iştirak ediyordu. Hülasa, iktidarın bütün elemanları başlayan dünya savaşına karışmaklığımızı istemiyorlardı.”[11]

 

Kanımca 17 Eylül 1914 günlü ikinci mektubun genç yarbayın bir başka doktor arkadaşına; 1918 Kasım ayında Minber gazetesini yayımlayan Doktor Rasim Ferit (Talay)’a yazılması daha mümkündür.

 

Bu düşüncenin bende belirmesinin nedenini şu şekilde açıklayabilirim:

 

7’inci Ordu Kumandanlığından istifa ederek payitahta dönen Mustafa Kemal Paşa Veliaht Vahdettin Efendi ile Avusturya ve Almanya ziyareti ardından İstanbul’da dönmüştür (Tedavi amacıyla Karlsbad’a gitmeden önce) ve 1918 yılının ilk aylarında sık sık okur-yazar çevrelerle bir arada bulunmaktadır.

 

Yine böyle bir buluşmada Doktor Rasim Ferit (Talay)’ın evinde tanıştığı genç yazar Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey’e daha sonra Akaretler’deki evinde ünlü Anafartalar mülâkatını not ettirirken; kendisinin bu harbe girmekliğimize aleyhtar olduğunu ve bu görüşünü “vaktiyle bazı ileri gelir dostlarına yazmış, anlatmış” bulunduğunu ifadesinde tekil değil çoğul kullanması birden fazla kişiye görüşünü mektuplarla bildirdiğinin kanıtıdır.

 

Elbette bu “ileri gelir dostlar” ifadesi çocukluk arkadaşı ve o sırada sıradan bir subay olarak Salih (Bozok) Bey’i kapsayamaz (birazdan ona yazılan bir mektuptan da söz edeceğim) bu ifadeden kasıt hükümet ve parti nezdinde, yani siyaset alanında “ileri gelir dostlar” olmaktadır ki; Doktor Tevfik Rüştü (Aras) gibi pekâlâ Doktor Rasim Ferit (Talay) da bu kategoride yer almaktadır.

 

Ayrıca Minber gazetesinde Atatürk’ün mektubunu yayımlayan kişinin (Ahmet Hulki) haberde yer verilen anlatımı da biraz tuhaftır; şöyle yazıyor:

 

Minber (gazetesi) Mustafa Kemal Paşa’nın demecinden önce gelmek üzere, kısa hal tercümesini yayımlamıştı. Ben de [Ahmet Hulki, yani bilinmeyen yazarımız] onun Sofya ataşesi bulunurken dostlarından birine yazdığı 4 Eylül 1330 (17 Eylül 1914) tarihli mektubundan bazı konuları, kendisinden özür dileyerek anlatacağım. Bunlar, hem Paşa’nın özel hayatını, düşünce ve yaşayış tarzını ve hem de vatan için beslediği emellerin temizliğini ve yüceliğini göstermektedir. Ayrıca böyle az bulunur bir olgun insana karşı insafsız düşmanları tarafından izlenen kötü siyaseti ortaya koyduğu için, gelecek için intibah olur zannederim.”

 

“O sıra bütün asker ataşelerinin İstanbul’a çağırıldıkları halde kendisinin henüz davet edilmemesi nedenini soran dostuna, karşılık olarak, Mustafa Kemal Paşa yazdığı mektupta diyor ki:”

 

Bu açıklama notunun ardından mektuptan bazı şahıs isimleri çıkartıldıktan sonra aktarmalar da bulunuluyor.

 

Fakat meçhul yazar kendini iki yerde ele veriyor:

 

(1) Paşa, Minber gazetesinde yayımlanan kısa hal tercümesini meçhul yazara bizzat dikte ettirmiş olabilir; yani kendisini tanımaktadır (Profesör Enver Ziya Karal da bu ihtimale işaret etmiştir).

 

(2) Paşa’nın mektubu bir dostunun “Bütün askeri ataşeleri çağırdılar seni niye çağırmadılar,” sorusuna karşılık yazılmış; meçhul yazar 1914’teki mektubu kendisi yazmadı ise Mustafa Kemal’e gönderilen ilk mektuptaki bu ayrıntıyı nasıl biliyor? (Kaldı ki bütün askeri ataşeler çağırılmamıştı; Berlin askeri ataşemiz çağırılmamıştı… Viyana ve Sofya ataşelerimizin de çağırılmamış olmaları mümkün…)

 

Bu gerekçelerle diyorum ki; 1914 yılı 17 Eylülünde Sofya’dan yazılan mektubun muhatabı ile 1918 Kasımında Minber gazetesinde bu mektuptan söz eden ve kişi isimlerini sansürleyerek aktarmalarda bulunan Ahmet Hulki aynı kişi olmalıdır.

 

Kaldı ki; Doktor Rasim Ferit Talay Atatürk’ün en gözde sırdaşıdır; Minber gazetesini de yakın dostları Fethi (Okyar) Bey ve Mustafa Kemal Paşa’nın büyük maddi ve manevi katkısıyla yayımlayan bizzat Doktor Rasim Ferit Talay’ın kendisidir.

 

10 Kasım 1918 gecesi Adana’dan trenle yola çıkan Mustafa Kemal Paşa 13 Kasım 1918 sabahı İstanbul’a ulaşmıştır; Doktor Rasim Ferit Talay dostunu Haydarpaşa’da karşılamıştır; sonradan Profesör Hikmet Bayur’a anlatmıştır; o da Atatürk biyografisinde aktarıyor:

 

“O gün İtilaf donanması İstanbul önüne gelmektedir. Aralarında Yunan kruvazörü Averof da bulunmak üzere altmış kadar savaş gemisi yavaş yavaş Haydarpaşa önünden geçerler. Bu iş bitinceye kadar Anadolu ve Rumeli kıyıları arasında gidiş geliş yasak edilmiştir ve Mustafa Kemal ile Doktor bu geçişi tabii ağır düşüncelerle seyrederler. O sırada Mustafa Kemal: ‘Hata ettim, İstanbul’a gelmemeliydim, ne yapıp yapıp Anadolu’ya dönmenin çaresine bakmalı,’ der.”

 

“Düşman donanmaların gösteri geçişi bitince saat 3’ten sonra Mustafa Kemal ile Doktor, Kartal istimbotu ile Galata’ya geçer ve oradan Pera Palas Oteli’ne giderler.”[12]

 

Kuşkusuz bu ayrıntılar başka açılardan da ayrıca önemli ama Doktor Rasim Ferit (Talay) ile Yarbay Mustafa Kemal’in dostluklarının derecesi hakkında sağlam ve tartışmasız deliller olmaları bizim için yeterlidir.

 

Asıl konumuza dönüyorum:

 

Dönemin güç ve geç haber alma koşullarına rağmen Türk yarbay mektubunda daha henüz başlamış ve farklı cephelerde dört uzun yıl sürecek büyük harbin serüvenini şaşılacak bir açıklık, isabet ve geleceği seziş gücüyle ortaya koymayı başarmıştır.

 

17 Eylül 1914 günlü mektubunda Türk yarbayın henüz başlayan harbin seyrine ve geleceğine dair öngörüsünün yer aldığı bu mektubu hayli samimi üslupladır ve güvenilir bir dosta yazılmıştır; şu şekildedir:

 

“Hangi tarafın galip geleceğine dair fikri kanaatimi söylemekten sakınırım. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur; Almanlar büyük ve hayret verici bir saldırıyla, birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu –arkası İsviçre’ye olmak üzere- sıkıştırdı. Bunun, Almanların tek maksadı olduğunda ve onu da başardıklarında herkes fikir birliğindeydi. Ve bütün kâinat artık son ve kati meydan muharebesini ve onun neticesini bekliyordu. Hâlbuki bu neticeye karşılık, Alman ordularının Fransız ordusu karşısında yüzlerce kilometre geri çekildiği görüldü.”

 

“Doğuda Ruslarla Almanlar ve Avusturyalılar arasında cereyan eden vakalarda, Doğu Prusya’da Ruslar bozuldu, fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor, batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Dolayısıyla Alman ordusu serbest değil. Doğuda Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur.”

 

Türk yarbayın rakip güçlü orduların harekâtlarının geleceği hakkında analizi devam etmektedir:

 

“Vaziyeti şöyle yorumlayabiliriz: Almanlar Fransız ordusunu kati meydan muharebesiyle henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Rus kuvvetleri karşısında daha fazla mukavemet edemeyeceğini görerek batıda bütün ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu bırakarak kalan ordularıyla doğuya yönelip, Avusturya ordusuyla birlikte Rus ordusunu vurmak istiyorlar.”

 

“Pek güzel! Fakat bu defa, Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım talebine mecbur olursa bu defa gene doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı yönelinecek?! Ve böyle mekik gibi, bir doğuya bir batıya gide gele Alman ordusunun hali nice olur?”

 

Türk yarbay öngörüsünü muhatabının kendisine daha önce anlattığı bir mizahi olayı hatırlattıktan sonra bir soruyla tamamlamıştır:

 

“Aziz kardeşim, hürriyetin ilanı günlerinde bilmem nerede nutuk çekmeye kalkışıp da iki şaklak üzerine kürsüden inen ve niye indin sorusuna karşı ‘Ne… Şaklak ettiler ya! Demek iş bitti!’ diyen ağanın hali olmaz mı?!”

 

“İşte bugünkü halimizi bir mizah lisanıyla ifade etmek istersek acaba aynı cümleyi tekrar edemez miyiz?”

 

“Bu hikâyeyi sen söylüyordun, şaklak mı, tapşın mı, sen bilirsin!”[13]

 

Doğal olarak Türk yarbayın Avrupa’da henüz başlayan harbin geleceğine dair değerlendirmesini bir askeri ataşe olarak İstanbul’daki Harbiye Nezareti veya Genelkurmay Başkanlığı gibi askeri makamlara da göndermiş olması gerekir.

 

Onun gibi görevinde aşırı titiz, son derece dikkatli ve disiplinli bir subayın bu gibi konularda daha hassas davranacağı kabul edilmelidir.

 

İmparatorluğun askeri ataşesinin göreviyle ilgili merkeze gönderdiği rapor/larda söz konusu öngörülerini aktarması beklenmelidir.

 

Doğrusu şu ana kadar elimizde kişilere yazılan özel mektuplar dışında Sofya’dan gönderilen raporlarda bu konuda resmi bir dokümana (kanıta) sahip değiliz.

 

2007 yılında Genelkurmay ATASE Başkanlığı tarafından Sofya’dan İstanbul’a gönderilen raporlar; Sofya Askeri Ataşesi Mustafa Kemal’in Raporları (Kasım 1913-Kasım 1914) adlı kitapta yayımlanmıştır ve bunların arasında harbin geleceğine dair herhangi bir yorum, analiz türü bir değerlendirme yer almamaktadır.

 

1914 Eylül ayında Sofya’dan İstanbul’a gönderilen ve ATASE tarafından yayımlanan raporlarda bu konuya değinilmemesi de kuşku uyandırmaktadır.

 

ATASE’nin bu yayınına göre; Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Sofya’da askeri ataşe olarak bulunduğu 13 aylık sürede Sofya’dan toplam 95 rapor göndermiştir.

 

Yayımlanan raporların aylara göre dağılımı şu şekildedir:

1913 Kasım

2

1913 Aralık

3

1914 Ocak

6

1914 Şubat

8

1914 Mart

10

1914 Nisan

7

1914 Mayıs

7

1914 Haziran

12

1914 Temmuz

13

1914 Ağustos

7

1914 Eylül

4

1914 Ekim

7

1914 Kasım

9

 

Sofya askeri ataşeliğinden Mustafa Kemal imzasıyla ayda ortalama 7,6 rapor gönderildiğine göre Eylül ayında ortalamanın yüzde 50’ye yakın düşüş göstermesi anlamlıdır.

 

En azından 1914 Eylül ayında 4 değil daha fazla rapor olması ve bunların içerikleri nedeniyle Harbiye Nezareti ve Genelkurmay Karargâhında görevli Alman subaylarınca alınması (el konulması) ve arşive de bu yüzden konulamaması mümkündür.

 

 

BİR DİĞER MEKTUP (ARALIK 1914)

 

Türk yarbayın Sofya’dan çocukluk ve silah arkadaşı Salih Bozok’a yazdığı bir mektupta da başlayan dünya harbi ve seferberlik kararı hakkında ilginç saptamalarının bulunduğunu biliyoruz.

 

Salih Bozok’un evrakı arasında bulunan bu mektup yazıldıktan 65 yıl sonra 23 Kasım 1979 günü Milliyet gazetesinde gün ışığına kavuşabilmiştir. Daha sonra sırasıyla; Salih Bozok-Cemil S. Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında (İstanbul, Çağdaş Y., 1985); Sadi Borak, Atatürk’ün Özel Mektupları (İstanbul, Kaynak Y., 1998); Can Dündar, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, (Doğan K., 2001) adlı derlemelerde ve Atatürk’ün Bütün Eserleri, (İstanbul, Kaynak Y., ) Cilt 1’de de yer almıştır.

 

Salih Bozok, bu mektubun yazılış öyküsünü şu şekilde anlatmıştır:

 

“Harb-i Umumi ilanı üzerine Mustafa Kemal Bey’e Sofya’ya bir mektup yazarak ahval-ı umumiye hakkındaki mütalaalarını sormuş ve şayet kendileri bir kumandanlığa tayin olunurlarsa beni de yanlarına almalarını rica etmiştim. Gerek Trablusgarp, gerek Balkan muharebelerine iştirak edemediğim için bu defa behemehâl kendileri ile bir harpte bulunmak istiyordum. Buna cevaben kendileri gönderdikleri mektupta aynen şunları yazmışlardı(r):”

 

Sofya, (Aralık) 1914

Umumi durum hakkındaki görüşümü soruyorsun. Bu husustaki görüşümü yalnız sende kalmak şartıyla yazıyorum.

 

Biz hedefimizi tayin etmeden umumi seferberlik ilan ettik. Bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı bir tarafa mı, yoksa birçok tarafa mı vuracağız. Malum değildir. Koskoca bir orduyu uzun müddet hareketsiz, elde atıl bir vaziyette bulundurmak da çok zordur. Dolayısıyla sen de düşünecek olursan, vaziyetin ne kadar vahim olduğunu anlayabilirsin.

 

Almanların vaziyeti hakkında askeri görüşe gelince: Ben Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına katiyen emin değilim. Gerçi bir şimşek hızıyla demir kaleleri devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler (Gerçi bir sürat-i berkiye ile ahen kalelerini devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler) Fakat Ruslar da Karpatlar’a dayanmışlar ve Almanların müttefiki olan Avusturyalılara baskı yapmaktadırlar. Bu nedenle Almanlar bir kısım kuvvet ayırarak Avusturyalılara yardım etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu defa Fransızlar kendi karşılarında bulunan Almanların kuvvet ayırdığını görerek karşı taarruza geçecekler ve Almanlara baskı yapacaklardır. Kendilerinin sıkıştırıldığını gören Almanlar, bu defa da Avusturyalılara gönderdikleri kuvvetleri çağırmak mecburiyeti karşısında bulunacaklardır ki, bu şekilde zikzakvari hareket edecek olan bir ordunun akıbeti pek feci ve vahim olacağından, ben bu harbin neticesinden emin olamıyorum.[14]

 

Sınıf arkadaşı Salih Bozok’a bunları yazıyor Sofya’dan genç Yarbay…

 

Acaba bu sırada İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde neler oluyordu diye bir soru aklınıza gelmiştir diye düşünüyorum.

 

Şimdi o sorunun yanıtını kısa olarak veriyorum.

 

İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde Türk kurmaylarınca yapılan bazı çalışmaları ve bu yüzden başlarına geleni ise sonradan Cumhuriyet Türkiyesi’nde Genelkurmay 2’inci Başkanlığı görevinde bulunan Orgeneral Asım Gündüz hatıralarında şöyle anlatmıştır:

 

“Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman yine Harbiye Nezareti Erkânı Harbiyesinde görevliydim. Goben ve Breslav gemilerinin Çanakkale Boğazı’ndan girişinden sonra, Almanlar bizi de savaşa sokmak için zorlamaya başlamışlardı. Enver Paşa, Ali İhsan (Sabis) Bey ile beni çağırarak savaşa girip girmememiz konusunu her yönüyle inceleyen bir rapor hazırlamamızı istedi. Kazım Karabekir de bizimle beraber harekât şubesindeydi. Ali İhsan, Kazım Karabekir ve ben baş başa vererek Osmanlı İmparatorluğunun jeopolitik ve jeostratejik durumunu etüt ettik. Bu çalışmalarımız, Balkanlarda, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile bağlantı kurulmadan ve Bulgarların davranışları öğrenilmeden bir karara varılamayacağını ortaya koyuyordu. Bu durumu Enver Paşa’ya anlatmıştık. Ayrıca geniş yurt parçasında, birbirine uzak mesafelerde açılacak cepheler karşısında savunma yapılabileceğini, hatta silahlı tarafsızlık politikasının çok daha hayırlı olacağını belirten bir rapor hazırlamış ve Harbiye Nazırı’na vermiştik. Bu rapordan sonra karargâhta görevli Almanlar üçümüzün de karargâhtan uzaklaştırılmamız için büyük çaba göstermeye başlamışlardı. Enver Paşa, Almanların bu istekleri üzerine Ali İhsan Bey, Kazım Karabekir ve beni ayrı ayrı cephelere göndermekte tereddüt etmemişti.”

 

“Hâlbuki bahis konusu raporu verene kadar görevli Almanlar, Ali İhsan Bey’le beni kendilerine çok yakın hissediyorlardı. Zira ikimiz de uzun süre Almanya’da kalmış ve kendileriyle çalışmıştık. Ancak bizler de her şeyden önce Devletimizin ve Milletimizin çıkarlarını düşünmek zorundaydık. Diyebilirim ki, Türk Erkânı Harbiyesi’nde, Enver Paşa’dan başka hiç kimse, Almanların birinci dünya savaşındaki başarılarının devamlı olacağına inanmış değildi. Hatta Enver Paşa’nın sınıf arkadaşı ve sınıf birincisi Hafız Hakkı Paşa bile bizlerle beraber ‘silahlı tarafsızlık’ görüşünü savunmaktaydı.”

 

“Türk Erkânı Harbiyesi’ndeki bütün isteksizliklere rağmen, sonradan Yavuz ve Midilli adını alan Goben ve Breslav zırhlılarının Karadeniz’e çıkarak Rus gemileri ve limanlarına saldırmalarıyla savaşa katılmış oluyorduk.”

 

“Savaşa katılmamız bir Alman oyunuydu.”[15]

 

Orgeneral Asım Gündüz -o günlerde kurmay yarbay rütbesindedir- anlatımına şöyle devam etmiştir:

 

“Almanlar doğuda Rusları sıkıştırınca, biz de Kafkaslardan Türk yurduna atılarak, Rus cephelerini çökertme umuduna kapılmıştık. İngilizler ise, Rus dostlarına yardım için, Mısır’da topladıkları kuvvetleri Çanakkale’ye çıkarmışlardı. Bu sırada, Fethi (Okyar) Bey’le beraber Sofya’da ataşemiliter olan Mustafa Kemal, Çanakkale’de Liman von Sanders’in kumanda ettiği ordunun 19’uncu tümenine tayin edilmişti. Sınıf arkadaşım Mustafa Kemal Çanakkale’ye geçerken, Harbiye Nezareti’nde beni ve Ali İhsan (Sabis) Bey’i ziyaret etmişti. Onun, o gün söylediklerini aynen hatırlıyorum. Mustafa Kemal:”

 

“- Yahu diyordu… Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?”

 

“Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Nitekim Enver Paşa’dan hemen randevu almış ve görüşmüştü. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkmıştı. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli idi. Tekrar yanımıza geldiği zaman:”

 

“- Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde, demişti.”

 

“Mustafa Kemal tekrar bize dönmüş ve kâğıt istemişti. Sonra masaya oturmuş ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazmış ve Harbiye Nezareti’ne vermişti.”[16]

 

Bu demektir ki Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in İstanbul’da 1915 Ocak ayı sonunda Harbiye Nezareti’nde yazıp makama elden arz ettiği bir de raporu bulunmaktadır.

 

Avrupa’da harbin en başında 1914 Eylülünde harp sahasından binlerce kilometrelerce uzakta bir Türk yarbayın analiz ve önceden seziş gücü ve öngörüsü karşısında şaşkınlık duymamak mümkün değildir.

 

Hatırlanmalıdır ki bu subay; parlaklığı ve doğruluğu harp sahalarında dört uzun yıl süren muharebelerde kanıtlanmış öngörüsünü tarafların sonradan açıklanan harp hedefleri ve stratejilerinden habersiz kaleme alırken Osmanlı İmparatorluğunun Sofya askeri ataşesidir; kurmay yarbay rütbesindedir ve yalnızca 33 yaşındadır.

 

Türk yarbay daha harbin ilk haftalarında Avrupa’da başlıca harp bölgelerinde hasım orduların stratejilerini ve bunun Alman orduları için sonra yıpranmaya varan Doğu ve Batı cepheleri arasında yok edici bir mekik gibi gidiş-geliş yüklerini fark etmiştir. Elbette Rusya’da ayaklanma ve devrimle Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesini ve bu devletin ordusunu kendi elleriyle dağıtmasını ve ezici bir barışı kabul etmelerini hesaba katamamıştır.

 

Bu olay ve Rusya’nın teslim oluşu bile Türk yarbayın öngörüsünün aynen gerçekleşmesini engelleyememiştir.

 

Ne var ki onun bu parlak analizinin mensubu bulunduğu ordunun ve devletin yenilgisini engelleyemediği de acı bir hakikat olarak tarih kitaplarına yazılmıştır.

 

Bu olay bizim harp tarihimizde doğru bile olsa yetkili karargâhın kademelerinden geçip en üst makam ve elbette siyasi otorite desteği bulunmayan bir fikrin veya planın uygulama şansı bulunmadığının en çarpıcı örneklerindendir.

 

Milletimizin Kahraman Evladı’nın aramızdan ayrılışının 76’ıncı yıldönümü töreninde anma konuşmamı tamamlıyorum.

 

Son olarak bir konuya işaret etmek istiyorum.

 

Biliyorsunuz Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu.

 

İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltleri de vardı.

 

Atatürk o eseri okurken bir cümlenin altını kırmızı kalemle çizmişti ve o cümlenin yanına da çok mühim olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu.

 

O cümle şöyleydi:

 

“Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

 

Altını kırmızı kalemle çizdiği ve yanına da ikişer çarpı işareti koyduğu o cümle “ihtiyat” ve “tedbir” hakkında idi…

 

Bugünkü dille söylersek “ihtiyat = ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma” ve “tedbir = bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma” anlamındadır.

 

O cümleyi bir daha tekrarlıyorum:

 

“Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.”

 

 

KAYNAKLAR

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1 (1903-1915), (İstanbul, Kaynak Y., 1998).

Atay, Falih Rıfkı; Atatürk’ün Hatıraları 1914-1919, (Ankara, T. İş Bankası Y., 1965).

Bayur, Hikmet; “Atatürk’ün Geleceği Seziş Gücüne ve İnsandan Anlayışına Üç Örnek”, Belleten, Cilt XXXII, Sayı 128 (Ekim 1968), s. 431-440.

Bayur, Hikmet; Atatürk’ün Hayatı ve Eseri, (Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Y., 1990).

Borak, Sadi; Atatürk, (İstanbul, Başak K., 1973).

Borak, Sadi; Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, (İstanbul, Çağdaş Y., 1980).

Cebesoy, Ali Fuat; Bilinmeyen Hatıralar, (Haz. Osman Selim Kocahanoğlu), (İstanbul, Temel Y., 2001).

Karal, Enver Ziya; “Unutulmuş Belgeler (Kasım 1918)”, Türk Dili, Cilt XVII, Sayı 193-198 (1967-1968).

Kaya, Erol; Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Gazetesi: Minber Açıklamalı Çevirisi, (Ankara, Ebabil Y., 2007).

Kocatürk, Utkan; Atatürk ve Yakın tarihimize İlişkin Görüşmeler Araştırmalar Belgeler, (Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2005).

Tevetoğlu, Fethi; “Atatürk’le Okyar’ın Çıkardıkları Gazete: Minber”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt V, Sayı 13 (Kasım 1988).

Tevetoğlu, Fethi; “Atatürk’ün Güvendiği Bir Kişi: Dr. Rasim Ferit Talay”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt VII, Sayı 21 (Temmuz 1991).

Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor: Salih Bozok’un Anıları, (Haz. Can Dündar), (İstanbul, Can Y., 2013).

 

 

PROFESÖR HİKMET ÖZDEMİR’İN ÖZGEÇMİŞİ

Siyaset bilimi profesörü Hikmet Özdemir Kahramanmaraş’ta doğdu. Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü kamu yönetimi lisans programını bitirdi; Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden kamu yönetimi ve siyaset bilimi doktoru unvanı aldı.

TÜBİTAK, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığında görev yaptı; daha sonra Kırıkkale, Başkent, Kocaeli üniversitelerinde ve tam zamanlı profesör olarak Türk Tarih Kurumunda çalıştı.

British Chevening bursuyla Londra Üniversitesinde; Fulbright bursuyla Georgetown Üniversitesinde; İngiltere ve ABD milli arşivlerinde ve İsviçre’de Birleşmiş Milletler arşivinde incelemelerde bulundu.

Cumhurbaşkanlığı Tarihi ve Türk Parlamento Tarihi adlı kurumsal yayınların yazım ve basım aşamalarında yazar, editör ve bilimsel koordinatör olarak görev üstlenmiştir.

Türkiye’de anayasal yönetim ve siyaset deneyimi; ordu-hükümet ilişkileri; dünya harbinde ermeni isyanı ile harp ve kriz döneminde liderlik konularında 46 eseri yayımlanmıştır.

 

 


[1] Siyaset Bilimi Profesörü.

[2] Ali Fuat Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, ss. 213-215.

[3] Hikmet Bayur, “Atatürk’ün Geleceği Seziş Gücüne ve İnsandan Anlayışına Üç Örnek”, ss. 431-440.

[4] Erol Kaya, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Gazetesi: Minber Açıklamalı Çevirisi, ss. 334-337.

[5] “1914’te Türkiye ve Dünya”, Tarih-Coğrafya Dünyası, Sayı 1 (15 Nisan 1959), ss. 1-2.

[6] Enver Ziya Karal, “Unutulmuş Belgeler (Kasım 1918)”, ss. 90-97.

[7] Sadi Borak (Derleme ve Notlar), Atatürk’ün Özel Mektupları, s. 39 ve Sadi Borak, Atatürk, ss. 126-127.

[8] Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, ss. 55-56.

[9] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, s. 200, bkz: dipnot.

[10] Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, s. 66-67.

[11] Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk’ün Özel Mektupları, ss. 56-57.

[12] Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, s. 189.

[13] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, s. 200.

[14] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 1, s. 207.

[15] Asım Gündüz Hatıralarım, ss. 28-29.

[16] Asım Gündüz Hatıralarım, s. 30.

 


© 2009-2024 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır

 



Henüz Yorum Yapılmamış.