STEPHAN İHRİG’İN “ ATATÜRK IN THE NAZI IMAGINATION” KİTABI HAKKINDA BAZI DÜŞÜNCELER - ÖNDER ÖZAR
Blog No : 2015 / 16
29.09.2015
10 dk okuma

Önder ÖZAR

Emekli Büyükelçi 

 

Yazar bir Polonyalı araştırmacı. Söz konusu kitabı, Kasım 2014’de yayınlandı. Daha önce, Cambridge Üniversitesinde "Nazi Perceptions of the New Turkey, 1919-1945” konulu doktora teziyle PhD unvanını elde etti. Çeşitli akademik çalışmaları arasında, 2005-07 yıllarında Berlin Üniversitesi Türkoloji Bölümünde öğretim görevlisi olarak ders verdi.

Kitabın ilk bölümlerinde Atatürk’ün, Hitler ve Nazi Almanyası için bir rol model olarak algılandığı tezi, dönemin Alman basınının, özellikle başta Nazi Partisi organı “Völkische Beobachter” olmak üzere sağcı gazetelerin yayınlarına dayalı olarak geniş biçimde yansıtılıyor. Bu bağlamda, Atatürk’ün Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan itilaf devletlerine karşı istiklal savaşını başlatması, Osmanlı Hükümetine imzalatılan Sevres Antlaşmasını tanımaması, askeri alandaki başarısını Lozan’da diplomatik bir zaferle sonuçlandırması ve milliyetçi yeni Türkiye’nin doğuşunun Almanya’da gıpta ile karışık takdirle karşılandığı uzun uzadıya anlatılıyor. Bu noktada, okuyucu da doğal olarak etkileniyor. Öyle ya, Almanya da, elini kolunu bağlayan Versailles Antlaşması’na karşı benzer bir karşı koyma yapamaz mı? Mustafa Kemal’in Anadolu’da yaktığı milliyetçilik meş’alesi Alman milliyetçiliğini de ateşleyemez mi? Bu yaklaşımın uzantısı olarak, Anadolu’daki mücadele ile Almanya’nın birinci dünya savaşı sonrasındaki durumu arasında “paralellik” ve “ortak noktalar” arayışları yoğunlaşıyor. Yeni Türkiye gerçeği, eziklik duygusu içindeki Alman milliyetçilerinin İtilaf devletlerine öfkelerini kanalize etmelerine yardımcı olan bir çeşit “ tatbikat alanı” yerine geçiyor. İtilaf devletlerinin dayattığı antlaşmaların “pasif uygulanması” yerine, Türklerin direnme ve karşı çıkma politikasının örnek alınması güçlü ifadelerle öneriliyor. Bu eğilim yani Türkiye’nin Almanya için rol model olması, sol kesim dışında merkez ve sağ politikacıların ortak görüşünü oluşturuyor. I

Daha sonraki bölümlerde, “rol model”, “parallel” gibi pırıltılı kavramların yerini, yazarın niyetini açığa çıkaran analizler de arz-ı endam etmeye başlıyor.

Ortaya koyduğu savları genelde basın yorumlarına dayandıran yazar, bu kez 1921-24 yıllarında Anadolu’da bulunan Hans Tröbst’ün, Nazi organı haftalık “ Heimatland” gazetesinde yayınlanan bir yazı dizisine atıf yaparak, Anadolu’da “Yunan ve Ermenilerin Türk milli varlığına verdiği zararlar”dan söz ediyor ve “milli temizlik” (national purification) konusuna değiniyor. Burada, dikkat çeken bir ayrıntı, bu azınlıkların Türkleri “ arkadan hançerlemiş” olarak tanıtılmasıdır. Burada, yazarın müstehzi bir üslup kullanmış olması dikkat çekmektedir. “Yeni Türkiye” başlıklı beşinci bölümde, “Yeni Türkiye’nin gerçek ve saf bir halkçı devlet” (wölkish state) olduğu tezini öne çıkaran yazar, “ikinci Türk mucizesi” olarak nitelendirdiği milli kalkınmanın (aufbau)“ırkçı bir boyutu olduğunu” iddia ediyor ve bu iddiadan hareketle, “Ermeni soykırımı” kavramının Üçüncü Reich döneminde Atatürk ve Yeni Türkiye’ye duyulan hayranlık dolayısıyla gündeme geldiğini ileri sürüyor. Yazar, bu konuda kendine özgü tümevarım yöntemiyle şöyle bir yargıda bulunuyor: “Üçüncü Reich' ın algıladığı şekilde Ermeni Soykırımı, gerçekten özendirici bir emsal olmalı: bir yandan, ulusal yeniden doğuş ve mutlu bir halk oluşumuna yol açıldı ve diğer yandan, yaptıkları nedeniyle Türkleri cezalandırmak için Büyük Devlet müdahalesi gibi Türkler için herhangi bir olumsuz yansıma hiç olmadı."[1]

Stephan İhrig’e çok sayıda soru yöneltilebilir. Her şeyden önce, jenosid deyimini hangi hukuki mesnede dayanarak kullanıyor? Doktora ve doktora sonrası öğrenim görmüş, üniversitede ders vermiş bir akademisyen, bu kavramın gelişi güzel kullanılamayacağını bilmez mi? Ayrıca, 1915 tehcirinin Osmanlı Devleti yöneticilerince kararlaştırılmış ve uygulanmış olduğunu, nasıl göz ardı eder? Atatürk’ün, tehcir kararı döneminde Sofya’da ataşemiliter olduğunu bilmiyorsa, öğrenemez miydi? Hitler’in, “Ermenilerin yok edilmesini kim anımsıyor” mealinde bir söylemi bulunmadığını, Nürnberg mahkemesinde belgelenemeyen bu iddianın kabul edilmediğini bilmez mi? Kendisi, Ermenilerin avukatlığını yapacak idiyse, 236 sayfalık kitabın aldatıcı kurgusu arkasına saklanmayı neden tercih etti? Ermenilerin soykırım iddiasını savunan yazarlar kervanına katılmak için sıradan bir makale yazması yeterli olmaz mıydı?

Yazar İhrig, Atatürk’ün halkçılık ilkesini ya anlamamış, ya da bilinçli olarak tahrif etmeye çalışmış. Atatürk’ün kurduğu yeni devlette, saf millet düşüncesi yoktur. “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına Türk milleti denir” söylemi, O’nun ırkçılıktan ne kadar uzak olduğunun en güzel kanıtı değil mi? Ayrıca, Nazi rejiminin ve Hitler’in, Atatürk’ü ve kurduğu Cumhuriyeti “rol model” olarak kabul ettiği hususunda basında yayınlanan makaleler ve bazı ilgililerin beyanları dışında resmi ve bağlayıcı bir kaynak var mı? Hitler’in ünlü “Mein Kampf” kitabında, Atatürk’ün Nazi Almanyası için “rol model” olarak kabul edildiği yolunda bir beyanı var mı? Atatürk ‘ün liderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Nazi Almanya’sında hayranlık uyandırdığı savının doğru olduğu varsayılsa dahi, yeni Türkiye Devleti’nde Nazi Almanya’sı ve lideri için bir sempati duyulduğu iddia edilebilir mi? Bu soruya olumlu yanıt verilemez. O halde, şayet varsa, Almanya’nın Atatürk Türkiyesi’ne hayranlığı tek taraflı bir “aşk” değil mi? Atatürk’ün Nazi Almanya’sı ve Faşist Mussolini İtalya’sı hakkındaki olumsuz değerlendirmeleri bilinmektedir. Yeri gelmişken, Atatürk’ün 9 Eylul 1932 tarihinde General McArthur ile görüşmesinde –henüz Hitler iktidara gelmemişken - yaptığı dikkat çekici değerlendirmeyi anımsamakta yarar var. Atatürk bu görüşmede,” - "Bence dün olduğu gibi, yarın da Avrupa'nın mukadderatı Almanya'nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme malik bu disiplinli millet, üstelik milli ihtiraslarını kamçılıyabilecek siyasi bir cereyana kendisini kaptırdı mı, er geç Versailles Muahedesi'nin tasviyesine tevessül edecektir." diyerek, Avrupa’yı ve dünyayı bekleyen tehlikeyi işaret etmişti. Atatürk, Mussolini yönetimindeki İtalya için de şu öngörüde bulunmuştu:

- "... Fakat korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya'nın askeri bir kuvvet yaratmaktan henüz çok uzak olduğunu görecektir."

Stephan İhrig, Atatürk’ün Nazi Almanya’sını ve Mussolini yönetimindeki İtalya’yı tehdit olarak nitelendiren bu görüşlerine hiç değinmemiştir.

Stephan İhrig’in kitabında doğrular yok mu? Kuşkusuz var. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin çöküş nedenleri olarak, imparatorluğun çok etnili nüfus yapısını, dış güçlerin müdahalesini ve İslam dininin ilerlemeyi geciktiren özelliğini belirtmesi büyük ölçüde kabul gören bir değerlendirmedir. İhrig, kitabın belirli yerlerine “seçilmiş” doğrular koyarak, okuyucuyu etkilemeyi hedeflemiştir.

Stephan İhrig’in kurgusal yaklaşımını şöyle çözümlemenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Atatürk’ün eşsiz başarısı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik olarak çıkan Almanya için bir rol model olduğu temasını Alman basınını tarayarak vitrine taşımış, bu bağlamda, “Yeni Türkiye”nin homojen bir nüfus yapısına kavuşmak için Rum ve Ermeni azınlıkları tasfiye ettiğini, Rumların Lozan Antlaşması sonucunda Yunanistan ile yapılan mübadele anlaşmasına göre, Ermenilerin ise “etnik temizlik”le ayıklandığı" aldatmacasına başvurmuş, uluslararası hukuk dışına çıkarak, jenosid kavramını kullanmakta beis görmemiş ve Nazilerin Ermeni soykırımından etkilendiğini öne sürmüştür.

Oysa, Ermenilerin soykırıma uğradığı iddiasının kaynağı olan 1915 tehciri kararı ve uygulaması Atatürk’ün sorumlu olduğu bir konu değil. İstiklal savaşında Doğu ve Güney doğu Cephelerinde Ermenilerin yenilmesi, Gümrü ve Kars anlaşmalarının yapılarak barış sağlanması ise, ayrı değerlendirilmesi gereken olaylar. Bu konuda Stephan İhrig, okuyucuyu yanıltıcı bir takdim kullanmıştır.

İhrig'in bu “kurnazca” kurgulamasını okuyucularına iletmekte beis görmeyen Harvard Üniversitesi Basımevini, yazarın mensubu olduğu Polonsky Academy ve Van Leer Jerusalem Institute kuruluşlarını ilgili çevrelerin dikkatine getirmek istiyorum.

 


[1] “The Armenian Genocide as perceived by the Third Reich , must have been a tempting precedent indeed: on the one hand, it had paved the way to national rebirth and a blissful wölkish existence and on the other hand, there never been any “negative” repercussions for the Turks, such as a Great Power intervention to punish “the Turks”for what they have done.”

 


© 2009-2024 Avrasya İncelemeleri Merkezi (AVİM) Tüm Hakları Saklıdır

 



Henüz Yorum Yapılmamış.